5 Mart 2008 Çarşamba
mutlu bir down sendromlu annesi
Adım .... Otuzüç yaşındayım. Sürprizler, sırlar ve maceralarla dolu bir annelik serüvenim var. Sizlerle bütün bunları paylaşmak istiyorum. Çünki yaşadığım olaylar sırasında akıttığım her damla gözyaşı, hissettiğim her acı aslında bir sevgiyi besledi. Ve bu sevginin anılarının benimle birlikte mezara gitmesine gönlüm razı değil. Sizinle bu sevginin öğretilerini paylaşmak istiyorum. Ben mutlu bir down sendromlu annesiyim. Hem de seçilmiş ve de gönüllü bir anne. Annenin seçilmişi-seçilmemişi, gönüllüsü-gönülsüzü olur mu demeyin. Bazen hiçbir şey sizin planladığınız gibi seyretmez. Her an üzerinizde gezinen o güç hayatınızı bile bile ters yüz eder ve size acıların da mutlulukların da her zaman yerli yerinde durmadığını öğretir. Bazen sevgiler acıya, acılar sevgiye dönüşüverir gözlerinizin önünde. Ama bunu ruhunuz bile duymaz. Farkettirmez o an size bunu . Siz sadece yaşadıklarınızla olgunlaşmayı öğrenirsiniz. Bundan tam onbeş yıl önceydi. Mahallede birlikte büyüdüğümüz komşumuzun oğluyla dillere destan bir aşk evliliği yaptık. Adı Kartal’dı. Kartal ile O, Hukuk fakültesi son sınıfta okurken evlendik. Neden beklemedik okulu bitirip mesleğe atılmasını bilmiyorum. Dedim ya aşk evliliği idi. Ailelerden de itiraz eden olmadı. Hukuk fakültesine devam zorunluluğu olmadığından Kartal gündüzleri cüz’i bir maaşla bir avukatlık bürosunda çalışıyor, geceleri dersleriyle ilgileniyordu. Buna rağmen başarılı bir öğrenci idi. Benim de terziliğim vardı biraz. Dışarıya dikiş dikerek evin ihtiyaçları için gerekli olan harcamalara yardım ediyordum. Mutluyduk. Çok mutlu. Bir yıl sonra Kartal’ın okulu bitti. Hakimlik sınavlarına çalışıyordu bu kez. Büyük bir azimle gecesi gündüzü çalışmakla geçiyordu. Derken sınav günü geldi çattı. Sınavın sonucunu beklerken ikimiz de son derece heyecanlıydık. Bir ay sonra sonuçlar belli olduğu gün O bana hakimlik sınavını kazandığını müjdeledi, ben de ona bir bebek beklediğimi. Her şey öyle güzel, öyle yolunda gidiyordu ki, bazen korkutuyordu beni üstüste yaşanan bu sevinçler. Kartal’ın tayini Doğu illerinden birinin bir ilçesine çıkmıştı. Kızım Sevda orada dünyaya geldi. Adını babası koydu. Sevda iki yaşına geldiğinde bir gece Kartal, alıştığımızın dışında geç bir saatte geldi eve. Huzursuzdu. Her halinden anlaşılıyordu bu. Önce konuşmak istemedi. Sonra ısrarlarıma dayanamayıp anlattı. Bir aşiretin mal-mülk davası ile ilgili vereceği karara müdahaleler oluyormuş. Rüşvet teklif etmişler. Ama O, bunu kabul edecek adam değildi. “Ne olursa olsun kararım adaletten yana olacak” demişti ertesi gün evden çıkarken. Aynı gün bu davanın taraflarından biri konuşmak için bir yerde buluşmalarını teklif etmiş. Bunu daha sonra iş arkadaşlarının birinden öğrendik. Konuşmak için gittiği o yerde vurdular Kartal’ı. Çok zor alıştık yokluğuna. Duyduğu her araba sesine “baba” diyerek koşuyordu Sevda akşamları. O öldükten kısa bir süre sonra soruşturma başladı. Dosya hala kapanmış değil. İhtimal dahilindeki karar, faili meçhul cinayet imiş. O gittikten onbeş gün sonra ikinci bebeğime hamile olduğumu öğrendim. Söze başlarken bahsettiğim olaylı annelik serüvenim bu bebeğimle birlikte başladı. Bebeğim doğana kadar yani dokuz ay boyunca psikolojik tedavi gördüm. Daha sonra ağır depresyonlar geçirdim. Hatta ilk aylarda yirmi gün kadar hastanede yattım. Hamile olduğum için ilaç da kullanamıyordum. Tedavi sadece terapi ile sınırlı kalıyordu. Benim için hayat bitmiş, saatler durmuştu sanki. Beni hayata bağlayan tek şey kızım Sevda idi. Ben hastanedeyken O’na babaannesi baktı. Hastaneden çıktıktan sonra evimizi memleketimiz olan şehrimize taşıdık. Ev kendimizindi. Maaşımızın bağlanması da uzun sürmemişti. Maddi olarak hiçbir sıkıntımız yoktu. Fakat doğum yaklaşmasına rağmen ruhsal olarak kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Doktorlar doğumdan sonra ilaç kullanabileceğimi, kısa sürede iyileşebileceğimi söylüyorlardı. O aylarda bu söylenenlerin benim için hiçbir değeri yoktu. Evimizde kızımla birlikte yaşamaya, normal hayatımızı devam ettirmeye çalışıyorduk. Sevda’nın yaşadığım sıkıntılardan en az etkilenmesi için elimden geleni yapıyordum. Başarılı da oldum galiba. O, babasının uzun bir yolculuğa çıktığını, uzun bir süre babasını göremeyeceğini biliyordu sadece. Bu arada kızımın üç yaşına girdiği günün bir ikindi vakti doğum saati gelip çatmıştı. Kızımla bu bebeğimin doğum günleri aynı olacaktı. Onbeş Aralık. Hemen anneme haber verdim. Annem yarım saat sonra evde idi. Tüm hazırlıklarımızı yapıp, kızımı da babaannesine bıraktıktan sonra hastaneye doğru yola koyulduk. Yolda bebeğin cinsiyetini bu güne kadar neden merak edip öğrenmediğimi düşündüm. Bunun benim için ne önemi ne de heyecanı vardı. Hemen hastanenin ikinci katına çıktık. Her doğumun bir anısı vardır. Benim ise hatırladığım tek şey kalp sancılarımdır. Paravanın arka tarafında benimle o anda ve daha sonra aynı acıyı paylaşacağını henüz bilmediğim o bayan vardı. Bir saat sonra ikimiz de aynı odaya alınmıştık. Benim bir kızım daha olmuştu. O’nun ise bir oğlu. Sabaha kadar uyuyamamıştım. Ne düşünmüştüm, ne acılar çekmiştim hiçbirini hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey o bayanın oğlu olduğuna sevindiğimdir. Annelerini ziyarete gelen boy boy dört kız çocuğunun güzelliğini ise hiç unutamadım. Öğleden sonra yeni doğmuş tüm bebekler genel sağlık kontrolünden geçmek için “yeni doğan ünitesi”ne götürüldüler. Yanımda annem kalıyordu. Yaklaşık bir saat sonra bebeğimi geri getirdiler. Pratisyen doktorlardan biri annemi koridora çağırdı. Biraz sonra annem saklamaya çalışıp başaramadığı gözyaşlarıyla odaya girdi. Kalbim yerinden çıkacaktı sanki. “ Ne oldu?” dedim. “Bebek” dedi “Down sendromluymuş.” Annem Sağlık Meslek Lisesi mezunudur. Bekarken bir süre ebelik yapmış. Olayı teferruatıyla biliyor. Fakat ben o güne kadar adını sadece bir yerlerde okumuş veya duymuş olduğum bu hastalıkla şimdi yüzyüzeydim. Bebeğimi kucağıma aldım ve sımsıkı sarıldım. Kendimden hiç beklemediğim bir sabır ve soğukkanlılık sarmıştı tüm bedenimi. Sınandığımı düşündüm. Lakin her şeye rağmen kabullenmek çok güçtü. Bebeğimdeki bu rahatsızlığın sebebini kendimce hamileliğimde çektiğim sıkıntılarıma bağlarken, doktorlar buna katılmıyor, dünyada doğan her yüz çocuktan birinin down-sendromlu olarak dünyaya geldiğini söylüyorlardı. Gerekli ilgi ve alaka gösterilirse ileride kendi işlerini kendisi yapan bir birey olabileceğini öğütlüyorlardı. Bebeğimi, daha doğrusu rahatsızlığını kayıtlara geçirmek için bir takım formlar doldurmak için bir doktor geldi odaya. Sorular sordu. Cevapladım. İşi bittikten sonra onbeş günden sonra bebeğimin günlük olarak alacağı ilaçları olduğunu, dört aydan sonra da bir Rehabilitasyon Merkezi desteğiyle devam etmemiz gereken egzersiz programlarının yararlarını anlattı. Tüm söylenen ve ögütlenenleri pür dikkat dinlemiştim. Akşama doğru hastaneden çıktık. Adını Güneş koymuştum. Kızım gerçekten bir güneş kadar parlak benizli ve güzeldi. Sarışındı. Babasına benzediğini söylüyorlardı. Bense babasıyla kızımın arasında bir benzerlik ilgisi kuramıyor, O’nun kendine özgü başka bir güzelliği olduğunu düşünüyordum. Onunla birlikte hayatımızda yeni bir sayfa açılmıştı. Sevda ise kardeşini çok seviyor, O’nun rahatsız olduğunu biliyor ve bir anne şefkati gösteriyordu kardeşine adeta. Güneş’in, rahatsızlığı dolayısıyla boynu adeta gövdesine yapışık, gözleri küçük ve çekik, refleksleri zayıftı. O’nun dünyaya gelmesiyle ben bütün acılarımı unutmuş, bütün sıkıntılarım sanki O’nunla birlikte bertaraf olmuş, son derece sağlıklı bir insan oluvermiştim. Ve bu birdenbire olmuştu. Çünki bebeğimin bakımı için bana güç gerekiyordu ve bu güç bana VERİLMİŞTİ. Günler, haftalar, aylar hızla geçiyordu. Güneş dört aylık olmuştu bile. Onbeş günlükten itibaren ilaçlarını düzenli olarak veriyordum. Ve iki haftadır bir Rehabilitasyon Merkezinde fiziksel egzersizlere başlamıştık. Bütün sağlık personelinin maskotu olmuştu Güneş. “Adıyla bu kadar uyumlu çocuk görmedim” diyordu doktoru. Gürbüz, yeşil gözlü, sarı saçlı harika bir bebekti. Ve tedaviye son derece hızlı cevap veriyordu. Doktor diğer çocukların annelerine her fırsatta beni örnek olarak gösteriyor, çocuğun bu kadar hızlı ilerleme göstermesini evde gördüğü sevgi ve alakaya bağlıyordu. Ben de katılıyordum doktora. Gerçekten evde olağanüstü bir gayret ile Güneş’in hayata dair herşeyi öğrenmesi için gerekli ortamları hazırlıyordum. Evde var olan herşey O’nun mutluluğunu sağlamalıydı. O, başkalarının gözünde özürlü bir bebek, benim gözümde ise sırlarla dolu, bana özel olarak seçilerek verilmiş, çok özel bir bebekti. Belki inanmak zor ama bebeğim doğduğundan beri bir an bile “keşke normal olsaydı”düşüncesine hiç kapılmadım. Ben O’nunla bilmediğim pek çok şeyi öğreniyor, hayata dair bir sürü tecrübe ediniyordum. Herşeyden önemlisi ben O’nu bu haliyle çok seviyordum. Ve bunu O’na hissettirmekti tek amacım.Çünki biliyordum ki, bunu hissettiği ve bundan emin olduğu gün normale dönecekti. Güneş birbuçuk yaşında, Sevda ise beş yaşında idi artık. Bebeğime daha fazla zaman ayırabilmek için Sevda’yı bir kreşe yazdırmıştım. O’da hayatından pekala memnun görünüyordu. Bir gün çok eskiden televizyonda izlediğim bir filmdeki özürlü bir çocuk için annesinin uyguladığı yöntem geldi aklıma. Hemen uygulamaya koyuldum. Güneş’in sabah uyandığından gece uykusuna kadar geçen her anını fotoğrafladım. Korktuğu, sevdiği, sevindiği şeyleri böylece tespit edebiliyordum. Hiç düşünmeden O’nu korkutan, sevmediği, beğenmediği her şeyi yok ettim evden. Evinde kendini mutlu ve güvende hissetmesi gerekiyordu. Yaşadığımız şehirdeki bütün down-sendromlu çocukların aileleri ile irtibata geçtim. Güneş Rehabilitasyon Merkezinde iken bir bir ziyaret ettim onları. Gördüğümde beni en çok etkileyen çocuk Dr. Ali Karacan’ın on yaşındaki oğlu Fatih oldu. Fatih, normal çocukların devam ettiği bir okula devam ediyordu. Ve ilk yıl okuma yazmayı ilk öğrenen çocuk olduğunu öğrendiğim an tutamamıştım sevinç gözyaşlarımı. Benim kızım da böyle olmalıydı. Okumalı-yazmalı, spor yapmalı, kimseye bağımlı olmadan yaşayabilmeli, hatta mümkünse bir zamanlar özürlü olduğunu hiç bilmemeliydi. Sevgi büyüsünün dokunduğu mükemmel bir insan olmalıydı. Bütün bunlar benim için umut değil, bir amaçtı artık. Bunun için yaşıyordum artık. Günden güne gücüme güç katılıyordu sanki. Bir gün akşam saatlerine yakın bir zamanda Güneş’i Rehabilitasyon Merkezinden alıp eve geldiğimde kapının önündeki merdiven basamaklarında oturan genç, gayet bakımlı fakat tedirgin gözlerle bana bakan bir bayan vardı. Beni görünce ayağa kalktı. “Melike Hanım sizsiniz değil mi?”dedi. “Evet”dedim. “Sizinle görüşmemiz gereken önemli bir konu var. İçeri gelebilir miyim?” dedi. Çok heyecanlıydı. Ben kapıyı açarken dudaklarını ısırıyordu. Hemen Güneş’i kanepeye oturttum. Henüz yürüyemiyordu. Doktorlar böyle giderse iki yaşına gelmeden yürüyebileceğini müjdelemişlerdi bana. Kim olduğunu, neden geldiğini sormadan içeri kabul ettim bu yabancı bayanı. “Çok güzel bir bebek” dedi Güneş’e bakarak. Adını sordu. “Güneş” dedim. Gözlerim dolu dolu oldu. “Çok seviyorsunuz, halinizden belli” dedi. “Güneş down-sendromlu.. Bugün iki yaşına gelmeden yürüyebileceğini, ardından daha çabuk gelişmeler bile gösterebileceğini öğrendim. Çok mutluyum” dedim. Yabancı bayanın bunu duyunca yüzü sarardı. Daha fazla konuşmadan kendisini dikkatlice dinlememi, sonra da vereceğim her cezaya razı olduğunu söyledi. Meraklanmıştım. Ne olabilirdi ki benimle bu yabancı kadın arasında. Hafızamı zorladım. Ama hayır. O’nu ilk kez görüyordum. “Hastayım” diyerek başladı söze. “Dört ay önce hayli ilerlemişken bir deri hastalığına yakalandığımı öğrendim” dedi. Gözlerim yerinden fırlamış, pür dikkat dinliyordum bu yabancı bayanın bana dokunacak hayat hikayesini. “Bu hastalıkta en çok bir yıl ömür biçiyor doktorlar. Yani anlayacağınız az bir ömrüm kaldı. Ve en çok sizin bilmeniz gereken bu gerçeği benim biliyor olmam artık ağır bir yük olmaya başladı” dedi. Ve kalbimi yüzlerce parçaya bölen o sözü söyledi. “Güneş sizin kızınız değil. Hastanede doğum yaptığınız gün, anlaşmalı olarak değiştirildi bebekler. Çünki sizinle aynı gün bebeği olan bayanın dört tane kızı vardı. Şayet bu da kız olursa kocası kadını evden atacağını söylemiş. Siz doğumdan sonra bir süre kendinizde değildiniz. Anneniz de tüm ısrarlarına rağmen içeri alınmadı. O sırada büyük paraların konuşulduğu bir değiş-tokuş sözleşmesine istemeden şahit oldum. Oysa sizin çok sağlıklı bir oğlunuz olmuştu, diğer bayanın ise bir kızı daha. Konuşulanları anlamış gibi ağlamaya başlamıştı birdenbire Güneş. Hemen kucağıma aldım. Yere oturttum. Sevdiği oyuncaklarını koydum önüne. Tekrar oyuna dalarak sustu. Ne tuhaftır bu duyduklarım bende şok etkisi yapmamıştı. Sadece bacaklarımın bağı çözülmüştü birdenbire. “Siz de bu işin içinde miydiniz?” dedim. Olmadığına dair yemin etti. Sadece istemeden şahit olduğunu yineledi. Aslında hastanede doğum yapan herkesin adresinin alınmadığını, benim adresimi hasta bir bebek dünyaya getirdiğimden dolayı o gün doldurulan o formlardan bulduğunu, bunun için de şanslı olduğunu söyledi. Kapıdan çıkarken diğer ailenin sadece telefon numarasını büyük çabalar sonunda bulabildiğini, adresi bilmediğini söyledi. Telefon numarasının yazılı olduğu kağıdı sehpanın üzerine bıraktı. Kapıyı çekip çıkarken ağladığını hissettim. Uzun bir süre ne yapacağımı bilemeden sadece uzun uzun öff.... ler çekerek dolaştım evde. Yabancı bayanın bıraktığı telefon numarası yazılı kağıdı elime alıp yazılan numarayı çevirdim. Daha çok cevap veren sesle değil, içeriden duyacağım başka seslerle ilgileniyordum. Duydum da. Oldukça yüksek sesle bağıran, çağıran bir çocuk sesi. Telefonu hiç konuşmadan kapattım. “Allah’ım sesini duyduğum çocuk benim oğlum mu?” diye fısıldadım kendime. Sonra kendime geldim. “Yalandır” dedim. “Olmaz” dedim. “Güneş’i babasına benzetiyorlar”dedim. Günlerce çıkmadı aklımdan. Düşündüm günlerce her an. Görmeye gidebilirim en azından. Sorabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa alabilirim yanıma. Mahkemeye veririm bu aileyi ve tabii ki hastaneyi. Bu işledikleri suçun cezasını en ağır şekilde ödetirim onlara. Emin olayım yeter ki. O da kolay. DNA testi yaptırabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa, eğer benim oğlumsa, oğlum!.... Ne kadar da bilmediğim bir kelime. Ne kadar da uzak, ne kadar da soğuk olması gerekirken ellerini, gözlerini ,saçlarını bilmeden, görmeden, tanımadan içimi damla damla ısıtan bir kelime. Benimse, yanımda olmalı. Bu olaydan birkaç gün kimseye bahsetmedim. Kendi kendimle savaşıp durdum. Tabii ki bu arada Güneşimin hiçbir şeyini aksatmadan yerine getiriyordum. O benim herşeyimdi. O, benim kızımdı. Asla başkasının olamazdı. Bana bakışlarından belliydi bu. Bana sarılışından, herşeyinden, her halinden belliydi. O’nu kimseyle paylaşamazdım. Bu haberi alışımdan sonra bir hafta geçti. Tek başıma kaldıramayacaktım artık bu yükü. Biriyle paylaşmalı, ne yapacağıma karar vermeliydim. Lise yıllarından tanıştığım yakın bir arkadaşım vardı. Berna. O’nu aradım bir gün. Geldi. Konuştuk. Her şeyi anlattım. Çaresizliğimi, çelişkilerimi, herşeyi anlattım O’na. “Eğer o çocuk, senin çocuğunsa almalısın O’nu yanına.” dedi. “Üstelik sağlıklı imiş bak. Güneş ise hasta. Ve iyileşip, iyileşemeyeceği belli değil. Her ikisi de henüz küçük. Unuturlar ileride yaşadıklarını. Vakit henüz geçmiş değil. O aileye daha fazla bağlanmadan al oğlunu yanına “dedi. “Bak hayatın o zaman ne kadar değişecek. Oğlun hayatına başka anlamlar kazandıracak. Hayatın hastaneyle ev arasına sıkışıp kalmayacak” dedi. “Sakın delilik etme. Aklın yolu bir. Bu çocuk senin değil, o çocuk da onların değil. Tabii önce ispat ettirmek lazım güvenilir bir hastanede. Tazminat bile alırsın” dedi. Bu konuşmadan sonra bir daha aramadım Berna’yı. Ertesi gün doktor, Güneş’in diğer çocuklara nazaran çok fazla anlamlı heceler çıkartabildiğini ve o gün adım atmaya başladığını söyledi. Bu gelişmelerin aslında bu aylarda beklenmedik gelişmeler olduğunu söyledi. Dünya benim olmuştu. O gün ayrı bir mutlu hissediyordum kendimi. Fakat diğer yandan oğlumu merak etmekten alamıyordum bir türlü kendimi. Birkaç gün sonra merakıma yenildim. Ve bir taksiye atlayıp, daha önce telefon numarasından yola çıkarak postane aracılığıyla tespit ettiğim adresi şoföre vererek, yazılı adrese gitmeye ve oğlumu görmeye karar vermiştim. Aile ile herşeyi konuşacak ve alacaktım oğlumu. Hiçbir şey bu kararımdan döndüremezdi beni. Yarım saat sonra kapıdaydım. Kapıyı o gün hastanede aynı odada kaldığımız bayan açtı. Görür görmez tanıdım O’nu. Onun da beni tanıdığı her halinden belli oluyordu. Önemli bir şey görüşeceğimi söyledim. Merak edip hiçbir şey sormadan içeri kabul etti beni. Ortada sağdan sola koşuşturan,elindeki oyuncak silahla önüne gelene vuran, hareketli, sevimli bir afacan vardı. Uzun uzun seyrettim.O’da bir ara uzun uzun baktı bana. Beynimde yankılanan bir ses “yalan” diyor, kalbim duygularımı bir kıskaç içine almış, döndükçe öğütüyordu. Boynundaki siyah ben dikkatimi çekti bir anda. Kartal’ın boynunda da böyle siyah bir beni vardı. Aynı yerde. Çenesinin hemen altında, boynunda. Daha fazla ayakta duramadım. Kadın kolumdan tutup, bir koltuğa oturttu beni. Sonra konuştuk. Her şeyi öğrendiğimi söyledim O’na. Boynu bükük, gözleri yere çakılı, kıpırdamadan dinledi beni. Çok masum bir ifadesi vardı. Sonra o konuştu. “Doğru” dedi. “Sana yalan olduğunu söylesem, işler daha da sarpa saracak” dedi. “Kocam bilmiyor bebekleri değiştirdiğimizi” dedi. “Bu işi ablamla annem planladılar. Önceden planlanmış bir şey değildi. Orada düşünmüşler ve benim bile fikrimi almadan yapmışlar bunu. Benim haberim olduğunda geri dönüşü yoktu. Mecburen kabul ettim”dedi. “Yuvamız bozulmasın diye, üstüme kuma gelmesin diye yaptılar” dedi. “Ama görüyorum ki hiçbir şey sonsuza kadar gizli kalmıyormuş” dedi. “Ya benim kızım, O nasıl, bana benziyor mu?” dedi. “Sağlıklı mı, yürüyordur, konuşuyordur belki de “dedi. “Adını ne koydunuz?”dedi. “Ben yavrumu merak etmiyor muyum sanki” dedi. “Ya siz” dedim.”Siz ne koydunuz adını?” Beynimde şimşekler çakmıştı sanki. “KARTAL. Adını Kartal koyduk. Dedesinin adıdır. Bizim adam koydu “dedi. “Eğer çok ısrarlıysan”dedi, herşeyi göze alır, söylerim kocama. Ne yapalım kader derim, rıza gösteririm başıma geleceklere. Ben istemedim böyle olmasını” dedi. Ve yüzüne, gözlerine çöreklenen acıyla ekledi. “Bizim beşinci çocuk da kız olmuştu.Ama özürlü doğmuştu”dedi. “Eve bile getiremedim yavrumu. Hastaneden çıktıktan sonra bıraktı bir camii avlusuna. Öldü dedik soranlara. Ne oldu, yavrucağın başına neler geldi sonra. Hiç haberim olmadı. Korkumdan arayıp soramadım bile” dedi.Ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Bu son şansımdı. Bu da kız olursa, ya evden atacaktı beni ya da kuma getirecekti üstüme” dedi. İki kadın dert ortağı olmuş, kafa kafaya vermiş ağlaşıyorduk karşılıklı. Söylediği bu son sözlerden sonra, yeni bir kararla yerimden kalktım. Hiç konuşmadım, konuşamadım. Oturduğumuz odaya açılan bitişik odada, beyaz parmaklıklı bir beşikte uyuyordu çocuk. Kartal. Benim oğlum. Gidip uyurken seyrettim O’nu, ilk ve son kez. Gözleri yarı açık, yarı kapalı uyuyordu. Şaka yapar gibi. Babası da böyle uyurdu. Eğildim. Gür ve siyah saçlarından koklayarak öptüm. Tam ben kapıdan çıkarken kocası olduğunu zannettiğim uzun boylu, esmer adam “Güneş hanım! Güneş hanım! Oğlum nerelerde. Sabah çıkarken istediği oyuncağı getirdim aslan oğluma” diye bağırarak girdi eve. Kadının adı GÜNEŞ imiş. Oğlumun adı KARTAL. Allah’ım bu bir oyun mu? Oyunsa eğer, öğret bize kurallarını. Bizi şaşırtma. Her şeyin bir nedeni varmış meğer. Her şeyin bir bedeli. Bize merhamet et Allah’ım. Biz biliyoruz ki sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Güneş bir ay içinde yürümeyi tamamen öğrendi. Çok geçmeden konuşmayı. Önce “anne” dedi. Önce sevilmeyi, sonra sevmeyi öğrendi. Şimdi on yaşında. Okula gidiyor, spor yapıyor, arada bir ablasıyla kavga ediyorlar.Uzaktan seyredip gülümsüyorum ben de arada bir. Geçenlerde defterinin arasında küçük bir not buldum. En büyük isteği bir gün annesinin tuttuğu günlüğü okumakmış.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder