8 Nisan 2008 Salı
İşte Ergenekon
Glock tabancalarla suikast bombalarla darbe ortamı
Ergenekon soruşturmasında basına yansıyan iddialara göre örgüt Kürt kökenli işadamları, siyasiler, üst düzey bürokratlar ve ünlü isimlere suikast düzenleyecek, bombalı eylemler yapacaktı. Oluşacak kaos ortamı darbeye zemin hazırlayacaktı
İSTANBUL - Ulusalcı cephenin tanınmış isimleri gözaltında tutulurken, yayın yasağı olmasına karşın gazeteler, kimi unsurları birbiriyle çelişse de çeşitli iddialar ortaya attı. İddialara göre, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'u öldürmek için çete için Glock bir tabanca ve 2 milyon YTL aranıyordu. Çete ünlü isimlere suikastlar yaparak Türkiye'yi darbe ortamına sürüklemek istiyordu. Darbenin planlanan tarihiyse 2009'du. Ankara'da Sıhhıye Otoparkı'nda bulunan 700 kiloluk patlayıcı dolu minibüs çeteye aitti. Çete panik yaratmak için üç bombalı minibüsün İstanbul'da dolaştığı iddialarını yaymıştı. Henüz doğrulanmamış bu iddialar, çetenin ne kadar derin olduğunu gösteriyor.
Pamuk ve 2 milyon YTL
Hürriyet gazetesi, polisin teknik takibine göre örgütün Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'a suikast için 2 milyon YTL'lik kaynak aradığını yazdı. Milliyet gazetesi benzer iddialarda bulunurken Hürriyet'ten farklı olarak çetenin Glock marka silah ve tetikçiyi bulduğunu, tetikçiye verilecek 2 milyon YTL'yi de temin ettiklerini yazdı.
Darbe hazırlığı
Yenişafak gazetesi, çetenin darbe hazırlıkları yaptığını öne sürdü ve önemli iddialar haberleştirildi: "Örgüt, bombalı eylemler ve suikastlarla ülkeyi kaosa sürükleyerek askeri darbe için ortam hazırlamayı planlıyordu. Örgütün, Kürt kökenli işadamları, siyasiler, üst düzey bürokratlar ve ünlü isimlere suikast düzenleyeceği, bombalı eylemlerle kaos ortamı yaratarak 2009'da askeri darbeye zemin hazırlamayı planladığı belirlendi. Ankara'da bir otoparkta ele geçirilen 700 kilo TNT yüklü minibüsün de Ergenekon çetesi tarafından suikastlar için hazırlandığı anlaşıldı. İstanbul'da geçtiğimiz hafta polisi alarma geçiren üç bomba yüklü araç ihbarı ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın güzergahında bombalı araç bulunduğu iddiaları da örgüt işiydi. Muzaffer Tekin, patlayıcılarla ilgili olarak sayfalar dolusu bilgi verdi ve diğer zanlılarla olan ilişkilerini tek tek anlattı."
Suçu PKK'ya attılar
Sabah gazetesinde "Gözdağı vermek için Sıhhiye'de çokkatlı otoparka 'patlayıcı madde yüklü' araç bırakıldı, endişeyi körükleyen 'Üç bomba yüklü minibüs dolaşıyor' dedikodusu yayıldı, Diyarbakır'da kendi adamları Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi Başkanı'na silahlı saldırı düzenleyip PKK saldırdı dediler. Gözaltına alınan bir kişinin otomobilindeki belgelerde şifreler yer aldı. Örgüt hedefteki kişileri, 'tavşan', tetikçileri ise 'çiftçi' olarak şifrelemiş. Bu kişinin üzerinde yedi kroki çıktı" denildi.
Yeni suikast iddiası
Gazetelerdeki bir diğer iddiaya göre Fethullah Gülen'e yakın emekli bir albay hedefteydi. Pendik'te 10 Ocak 2007 günü ruhsatsız tabanca ve 81 mermi ile yakalanarak gözaltına alınan Kuvayi Milliye Derneği Başkan Yardımcısı Murat Çağlar'ın, Gülen cemaati ile ilişkisi olduğunu düşündükleri emekli bir albayı öldürmek istediği iddia edildi.
Hablemitoğlu bağlantısı
Bir iddiaysa 19 Aralık 2002'de öldürülen ve faili meçhul kalan doçent Necip Hablemitoğlu'yla ilgiliydi. İddiaya göre İbrahim Çiftçi isimli bir kişi savcılığa giderek Necip Hablemitoğlu cinayetini işlediğini belirtti. Ancak savcılık Çiftçi'yi inandırıcı bulmadı. İzmir Alsancak semtinde kafe işleten İbrahim Çiftçi'nin işyerine 2006 Ekim ayında iki el bombası atıldı ve Çiftçi öldü. Çiftçi'nin cenazesine Susurluk sanıklarından Sami Hoştan, Yaşar Aktürk ve Necdet Ulucan gibi isimler katıldı.
--------------------------------------------------------------------------------
Susurluk'tan Ümraniye'ye Ergenekon terör örgütü
Polisin 'Ergenekon terör örgütü' olarak kayıt altına aldığı oluşumdaki isimler Susurluk'tan Danıştay saldırısına, Hrant Dink'in öldürülmesinden 301'den yargılanan kimi yazarların tehdit edilmesine kadar birçok olayda boy gösterdi
'Vatansever', 'ulusal', 'milli' gibi adlarla örgütlenen irili ufaklı birçok yapının bileşimi olan Ergenekon'un son operasyonla büyük yara aldığı düşünülüyor. Ancak ortaya çıkan ilişkiler yumağına karşın eksiklik olduğuna inananlar da var
Muzaffer Tekin
1984'te ordudan atılma eski bir yüzbaşı. Danıştay tetikçisi Alparslan Arslan ile saldırı öncesinde 15 kez telefonla görüştüğü saptandı. Danıştay baskınından sonra kaçarak emekli astsubay Mahmut Öztürk'ün evinde saklandı. İntihara teşebbüs etti. JİTEM'in kurucularından Ahmet Cem Ersever, TSK'dan şeref madalyası sahibi olan Tekin'in sınıf arkadaşı. Susurluk hükümlüsü Korkut Eken ile görüşüyor. TİT kurucusu Semih Günaltay'ın yanı sıra, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği ve Türk Mukavemet Teşkilatı ile bağları olduğu biliniyor. Susurluk'un önde gelen isimlerinden İbrahim Şahin ve Veli Küçük'le çekilmiş fotoğrafları bulundu. Tekin'e yardım eden ve Kıbrıs'ta kumarhane çatışmasında ölen Musa Çakmak da Şahin'in eski koruması. Geçen haziran ayından beri tutuklu.
Veli Küçük
Emekli Tuğgeneral. Susurluk skandalına adı karışan en üst rütbeli komutandı. Abdullah Çatlı ve 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım ile ilişkisi saptandı.Küçük'ün adı milliyetçi 'Kızıl Elma' koalisyonunun organizasyonu ile tekrar duyuldu. Güneydoğu bölgesinde yüzlerce faili meçhul cinayetin faili olarak anılan JİTEM'in kurucusu. Danıştay Baskını sonrasında gözaltına alınıp bırakılan, ardından Ümraniye'de bir gecekonduda yakalanan bombalarla ilgili operasyon nedeniyle tutuklanan Muzaffer Tekin'le doğrudan ilişkisi var. Hrant Dink cinayetinden sonra Orhan Dink, Küçük'ün, kardeşini tehdit ettiğini ileri sürdü. Küçük, şu an ortaya çıkan veriler dikkate alınırsa Ergenekon'un en önemli ismi. Gözaltında.
Ergün Poyraz
Ulusalcı cephede yer alan yazar. Verdiği ifadeler, Fethullah Gülen ve Başbakan Tayyip Erdoğan hakkındaki soruşturmalarda etkili oldu. Oktay Yıldırım'la arkadaşlığı var. Geçen temmuzdan beri tutuklu.
Oktay Yıldırım
Ordudan malulen emekli edildi. Muzaffer Tekin'in çok yakın arkadaşı. 'Kuvvai Milliye' Derneği'nin İstanbul il başkanlığını yaptı. Cumhuriyet gazetesine bomba atılması ve Danıştay saldırısından dolayı tutuklu.
Ümit Oğuztan
Postmodern darbe olarak anılan 28 Şubat döneminde ünlü travesti Sisi
ile birlikte Ali Kalkancı'nın eşi Emire Kalkancı'yı televizyonlara çıkmaya ikna etmişti. Ümit Oğuztan'ın o günlerde yazdığı yazılarla postmodern darbe ortamının hazırlanmasında etkili olduğu iddia ediliyor.
Oğuztan şu an gözaltında.
Bekir Öztürk
www.kuvayimilliye.net sitesideki yazılarla bir süre avukat Kemal Kerinçsiz'in sesi oldu. Kerinçsiz ile yollarını ayırıp aynı adla dernek kurdu. Genel başkanı olduğu derneğin İstanbul şubesinin başında Oktay Yıldırım vardı. Tutuklu.
Zekeriya Öztürk
Muzaffer Tekin Danıştay baskını nedeniyle aranırken yanındaydı. Tekin o günlerde emekli astsubay Mahmut Öztürk'ün villasında saklanmıştı. O dönem sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı. Gözaltında.
Taner Ünal
VKGB'nin başkanı olan Taner Ünal'ın Muzaffer Tekin ile ilişkisi sabit. Danıştay baskını sonrasında gözaltına alındı ve serbest bırakıldı. Daha sonra Ümraniye bombalarıyla ilgili gözaltına alınarak tutuklandı.
Kemal Kerinçsiz
Bir grup ülkücü avukatla birlikte kurduğu Büyük Hukukçular Birliği Genel Başkanı olarak Elif Şafak, Orhan Pamuk, Perihan Mağden, Hrant Dink gibi isimler hakkında başlattığı kampanyalarla adını duyurdu. Geçen yıl yapılması planlanan Ermeni Konferansı'nın iptali için de dava açtı. Perihan Mağden hakkındaki davanın duruşmasına zanlılardan Zekeriya Öztürk'le birlikte geldi. Çok sayıda 'ulusalcı' eyleme Veli Küçük, Muzaffer Tekin gibi isimlerle birlikte katıldı. Muzaffer Tekin'in de avukatlığını yapıyordu. Gözaltında.
Fuat Turgut
Kemal Kerinçsiz gibi 'milliyetçi' suçluların avukatlığını yaptı. Adını Hrant Dink suikastinin azmettiricisi olduğu iddiasıyla yargılanan Yasin Hayal'in savunarak duyurdu. 'Yüksekova Çetesi'nin de avukatıydı. Gözaltında.
Sevgi Erenerol
Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin basın sözcülüğü görevini yürütüyor. Avukat Kemal Kerinçsiz'le birlikte 301 davalarında, emekli tuğgeneral Veli Küçük'le birlikte de ulusalcı toplantılarda boy gösterdi. Gözaltında.
Fikri Karadağ
Muzaffer Tekin'in devre arkadaşı. Danıştay saldırısından sonra Vatansever Kuvvetler Güçbirliği'nden ayrıldı. Emekli Kurmay Albay olan Karadağ, Kuvvai Milliye Derneği'ni kurdu. 'Ölme-öldürme' yeminiyle tanındı. Gözaltında.
Hüseyin Görüm
Fikri Karadağ'ın kurduğu İstanbul merkezli Kuvayi Milliye derneğinin ikinci adamı. Örgüt elemanlarının nikâhlarını milli bir törene dönüştüren fotoğraflarla basına yansımıştı. Gözaltında.
Alparslan Arslan
Danıştay'a yönelik saldırının ve Cumhuriyet gazetesinin bombalanmasının asli faili. Avukatlık stajını Sedat Peker'in avukatının yanında yaptı. Muzaffer Tekin ve Veli Küçük ile ilişkisi tespit edildi. Arslan'ın aracında yapılan aramada, Ercan Cin adına düzenlenmiş VKGB kartviziti çıktı. Cin "Benim kartvizitim binlerce kişide var" dedi. Cumhuriyet gazetesinin bombalanmasını barmen Tekin Irşi ile birlikte yaptığı tespit edildi. Arslan'ın TİT'in kurucusu Günaltay ile de ilişkisi olduğu iddia edildi. Tutuklu.
Fikret Emek
Emekli Binbaşı Fikret Emek, Eskişehir'de yakalandı. Muzaffer Tekin tarafından ismi verildiği iddia edilen Emek'in Ankara'daki evi ile Eskişehir'deki iki ayrı adrese düzenlenen baskında polis bir cephaneliğe ulaştı. Tutuklu.
Semih Günaltay
Akın Birdal suikastı ve Türk İntikam Tugayı'nı kurmaktan hapse mahkûm oldu. Danıştay tetikçisi Alparslan Arslan'la yaptığı telefon görüşmesi saptandı. Kitaplarını Türk Solu dergisi bastı. Serbest.
Sedat Peker
Kelebek operasyonunda tutuklandı. Drej Ali ile uzun yıllardır tanışıyor. Caner Yiğit'i Veli Küçük'e koruma olarak tahsis ettiği iddia ediliyor. Peker'in www.öztürkler.com adlı internet sitesinin açılışına Küçük de katılmıştı. Gözaltında.
Güler Kömürcü
Akşam Gazetesi yazarı. Elinde devlet sırrı niteliğindeki çok sayıda belge bulunduğu ortaya çıktı. Telefonu dinlemeye takılan Kömürcü'nün Sedat Peker ile son derece samimi olduğu belirlenmişti. Gözaltında.
Sami Hoştan
Drej Ali gibi Susurluk davasının tanınmış ismi. Davada dört yıl hapisle cezalandırıldı. Veli Küçük ile doğrudan ilişkisi olduğu öne sürülüyor. Ergenekon çetesine lojistik destek verdiği belirtiliyor. Gözaltında.
Ali Yasak
'Drej Ali' olarak biliniyor. Adı 2. MİT raporunda Tansu Çiller-Mehmet Ağar tarafından kurulan örgütle anıldı. Sedat Peker, Sami Hoştan'la çetenin yeraltı bağlantılarını sürdürdüğü üzerinde duruluyor. Gözaltında.
5 Mart 2008 Çarşamba
korkunun kölesi olmak...
Hiçbir şeyden korkmadığım kadar korkulardan korkuyorum artık ben...Korkunun içimize saldığı o depresif ruh halinden... etrafımızı sarmış bunca bela karşısında kendimizi yapayalnız ve korunmasız hissedişimizden...Onlarla baş edemeyeceğimiz endişesiyle ya körkütük bir çaresizliğe ya kontrolsüz bir nefrete ya dayanaksız bir böbürlenmeye veya elinde sopayla gelip bizi yola sokacak bir şef beklentisine boyun eğmemizden...Korkunun kölesiyiz ...Fobilerimiz yönetiyor bizi...Kaygılarımız belirliyor oy vereceğimiz partiyi, seçeceğimiz işi, okuyacağımız gazeteyi, yerleşeceğimiz semti, siteyi... İşimize gelen değil, korkularımıza hak veren, bize kol kanat geren partilere oy veriyor, mitinglere katılıyor, cemaatlere sığınıyoruz. En çok korkanlarla birlik oluyor, o birlikte kuvvet buluyor, bizim kadar korkmayanları "hain" ilan ediyoruz. Cehaletin karanlığında daha büyük görünüyor gölgeler...Dış dünyanın bilinmezliğiyle ana kucağında büzüşen bebekler gibi içimize kapanıyoruz.Yükselen milliyetçilik değil aslında; korkular yükseliyor.Örtünmekten ya da açılmaktan korkuyoruz; Bizi din devleti yapacaklarından ya da dinimizi elimizden alacaklarından...100 yıl önce bugünlerde, İttihatçıların en büyük korkusu neydi biliyor musunuz:Ayrılıkçı hareketlerin imparatorluğu bölmesi...Avrupa'nın dayattığı reformların Osmanlı'yı parçalaması...Sarık saran yobazlarla gericiliğin patlaması...Tanıdık geliyor değil mi?100 yıldır aynı korkuları gezdiriyoruz zihnimizde...Tabii 4 milyon kilometrekarelik toprağın 3 milyon 200 binini, 1460 günde kaybetmiş olmanın, tüm hafızada yarattığı tahribatı da...Bugün hızlı küreselleşmenin yarattığı tahribat, korunaksız kitlelerde içe kapanma, "şanlı maziye, tanıdık cemaate ya da ulu öndere sığınma" refleksi yaratıyor.10 yıl önce çoğunluğun düşü olan AB'nin yarattığı hayal kırıklığı "Bize bizden başka dost yok" güvensizliğini besliyor.Nispi bir hürriyet iklimiyle yıllar yılı tavan arasına kilitlediğimiz sorunların birer ikişer karşımıza çıkması, Kürtlerin dilinin, Alevilerin cemevinin, dindarların "başörtüsü" diye, solcuların "özgürlük" diye ortaya çıkması tehdit sayılıyor.Bu korkulardan besleniyor milliyetçilik; ve dışlayan, şoven diliyle o korkuları besliyor. Şiddeti tahrik ediyor.Tüm talepleri susturursak, talep sahiplerine kan kusturursak işlerin düzeleceğini söylüyor.Asıl bölünmenin bu olacağını göremiyor.Altında yatan korkuları görmeden milliyetçiliğe saldıranlar da sadece yarayı daha çok kanattıklarını, yeni korkular yarattıklarını fark etmiyorlar.Oysa küçümsemeden, hafife almadan bu tırmanışı anlamak, ulusal marşın neden "Korkma" diye başladığını hatırlamak lazım. Sonra kitlelerde güven yaratacak, yaşam riskini azaltacak sosyal politikalar oluşturmak... Kaygıları yatıştırmak...Yaraları sarmak...Korkarım; korkularımızı yenemezsek, korkularımız yenecek bizi...
mutlu bir down sendromlu annesi
Adım .... Otuzüç yaşındayım. Sürprizler, sırlar ve maceralarla dolu bir annelik serüvenim var. Sizlerle bütün bunları paylaşmak istiyorum. Çünki yaşadığım olaylar sırasında akıttığım her damla gözyaşı, hissettiğim her acı aslında bir sevgiyi besledi. Ve bu sevginin anılarının benimle birlikte mezara gitmesine gönlüm razı değil. Sizinle bu sevginin öğretilerini paylaşmak istiyorum. Ben mutlu bir down sendromlu annesiyim. Hem de seçilmiş ve de gönüllü bir anne. Annenin seçilmişi-seçilmemişi, gönüllüsü-gönülsüzü olur mu demeyin. Bazen hiçbir şey sizin planladığınız gibi seyretmez. Her an üzerinizde gezinen o güç hayatınızı bile bile ters yüz eder ve size acıların da mutlulukların da her zaman yerli yerinde durmadığını öğretir. Bazen sevgiler acıya, acılar sevgiye dönüşüverir gözlerinizin önünde. Ama bunu ruhunuz bile duymaz. Farkettirmez o an size bunu . Siz sadece yaşadıklarınızla olgunlaşmayı öğrenirsiniz. Bundan tam onbeş yıl önceydi. Mahallede birlikte büyüdüğümüz komşumuzun oğluyla dillere destan bir aşk evliliği yaptık. Adı Kartal’dı. Kartal ile O, Hukuk fakültesi son sınıfta okurken evlendik. Neden beklemedik okulu bitirip mesleğe atılmasını bilmiyorum. Dedim ya aşk evliliği idi. Ailelerden de itiraz eden olmadı. Hukuk fakültesine devam zorunluluğu olmadığından Kartal gündüzleri cüz’i bir maaşla bir avukatlık bürosunda çalışıyor, geceleri dersleriyle ilgileniyordu. Buna rağmen başarılı bir öğrenci idi. Benim de terziliğim vardı biraz. Dışarıya dikiş dikerek evin ihtiyaçları için gerekli olan harcamalara yardım ediyordum. Mutluyduk. Çok mutlu. Bir yıl sonra Kartal’ın okulu bitti. Hakimlik sınavlarına çalışıyordu bu kez. Büyük bir azimle gecesi gündüzü çalışmakla geçiyordu. Derken sınav günü geldi çattı. Sınavın sonucunu beklerken ikimiz de son derece heyecanlıydık. Bir ay sonra sonuçlar belli olduğu gün O bana hakimlik sınavını kazandığını müjdeledi, ben de ona bir bebek beklediğimi. Her şey öyle güzel, öyle yolunda gidiyordu ki, bazen korkutuyordu beni üstüste yaşanan bu sevinçler. Kartal’ın tayini Doğu illerinden birinin bir ilçesine çıkmıştı. Kızım Sevda orada dünyaya geldi. Adını babası koydu. Sevda iki yaşına geldiğinde bir gece Kartal, alıştığımızın dışında geç bir saatte geldi eve. Huzursuzdu. Her halinden anlaşılıyordu bu. Önce konuşmak istemedi. Sonra ısrarlarıma dayanamayıp anlattı. Bir aşiretin mal-mülk davası ile ilgili vereceği karara müdahaleler oluyormuş. Rüşvet teklif etmişler. Ama O, bunu kabul edecek adam değildi. “Ne olursa olsun kararım adaletten yana olacak” demişti ertesi gün evden çıkarken. Aynı gün bu davanın taraflarından biri konuşmak için bir yerde buluşmalarını teklif etmiş. Bunu daha sonra iş arkadaşlarının birinden öğrendik. Konuşmak için gittiği o yerde vurdular Kartal’ı. Çok zor alıştık yokluğuna. Duyduğu her araba sesine “baba” diyerek koşuyordu Sevda akşamları. O öldükten kısa bir süre sonra soruşturma başladı. Dosya hala kapanmış değil. İhtimal dahilindeki karar, faili meçhul cinayet imiş. O gittikten onbeş gün sonra ikinci bebeğime hamile olduğumu öğrendim. Söze başlarken bahsettiğim olaylı annelik serüvenim bu bebeğimle birlikte başladı. Bebeğim doğana kadar yani dokuz ay boyunca psikolojik tedavi gördüm. Daha sonra ağır depresyonlar geçirdim. Hatta ilk aylarda yirmi gün kadar hastanede yattım. Hamile olduğum için ilaç da kullanamıyordum. Tedavi sadece terapi ile sınırlı kalıyordu. Benim için hayat bitmiş, saatler durmuştu sanki. Beni hayata bağlayan tek şey kızım Sevda idi. Ben hastanedeyken O’na babaannesi baktı. Hastaneden çıktıktan sonra evimizi memleketimiz olan şehrimize taşıdık. Ev kendimizindi. Maaşımızın bağlanması da uzun sürmemişti. Maddi olarak hiçbir sıkıntımız yoktu. Fakat doğum yaklaşmasına rağmen ruhsal olarak kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Doktorlar doğumdan sonra ilaç kullanabileceğimi, kısa sürede iyileşebileceğimi söylüyorlardı. O aylarda bu söylenenlerin benim için hiçbir değeri yoktu. Evimizde kızımla birlikte yaşamaya, normal hayatımızı devam ettirmeye çalışıyorduk. Sevda’nın yaşadığım sıkıntılardan en az etkilenmesi için elimden geleni yapıyordum. Başarılı da oldum galiba. O, babasının uzun bir yolculuğa çıktığını, uzun bir süre babasını göremeyeceğini biliyordu sadece. Bu arada kızımın üç yaşına girdiği günün bir ikindi vakti doğum saati gelip çatmıştı. Kızımla bu bebeğimin doğum günleri aynı olacaktı. Onbeş Aralık. Hemen anneme haber verdim. Annem yarım saat sonra evde idi. Tüm hazırlıklarımızı yapıp, kızımı da babaannesine bıraktıktan sonra hastaneye doğru yola koyulduk. Yolda bebeğin cinsiyetini bu güne kadar neden merak edip öğrenmediğimi düşündüm. Bunun benim için ne önemi ne de heyecanı vardı. Hemen hastanenin ikinci katına çıktık. Her doğumun bir anısı vardır. Benim ise hatırladığım tek şey kalp sancılarımdır. Paravanın arka tarafında benimle o anda ve daha sonra aynı acıyı paylaşacağını henüz bilmediğim o bayan vardı. Bir saat sonra ikimiz de aynı odaya alınmıştık. Benim bir kızım daha olmuştu. O’nun ise bir oğlu. Sabaha kadar uyuyamamıştım. Ne düşünmüştüm, ne acılar çekmiştim hiçbirini hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey o bayanın oğlu olduğuna sevindiğimdir. Annelerini ziyarete gelen boy boy dört kız çocuğunun güzelliğini ise hiç unutamadım. Öğleden sonra yeni doğmuş tüm bebekler genel sağlık kontrolünden geçmek için “yeni doğan ünitesi”ne götürüldüler. Yanımda annem kalıyordu. Yaklaşık bir saat sonra bebeğimi geri getirdiler. Pratisyen doktorlardan biri annemi koridora çağırdı. Biraz sonra annem saklamaya çalışıp başaramadığı gözyaşlarıyla odaya girdi. Kalbim yerinden çıkacaktı sanki. “ Ne oldu?” dedim. “Bebek” dedi “Down sendromluymuş.” Annem Sağlık Meslek Lisesi mezunudur. Bekarken bir süre ebelik yapmış. Olayı teferruatıyla biliyor. Fakat ben o güne kadar adını sadece bir yerlerde okumuş veya duymuş olduğum bu hastalıkla şimdi yüzyüzeydim. Bebeğimi kucağıma aldım ve sımsıkı sarıldım. Kendimden hiç beklemediğim bir sabır ve soğukkanlılık sarmıştı tüm bedenimi. Sınandığımı düşündüm. Lakin her şeye rağmen kabullenmek çok güçtü. Bebeğimdeki bu rahatsızlığın sebebini kendimce hamileliğimde çektiğim sıkıntılarıma bağlarken, doktorlar buna katılmıyor, dünyada doğan her yüz çocuktan birinin down-sendromlu olarak dünyaya geldiğini söylüyorlardı. Gerekli ilgi ve alaka gösterilirse ileride kendi işlerini kendisi yapan bir birey olabileceğini öğütlüyorlardı. Bebeğimi, daha doğrusu rahatsızlığını kayıtlara geçirmek için bir takım formlar doldurmak için bir doktor geldi odaya. Sorular sordu. Cevapladım. İşi bittikten sonra onbeş günden sonra bebeğimin günlük olarak alacağı ilaçları olduğunu, dört aydan sonra da bir Rehabilitasyon Merkezi desteğiyle devam etmemiz gereken egzersiz programlarının yararlarını anlattı. Tüm söylenen ve ögütlenenleri pür dikkat dinlemiştim. Akşama doğru hastaneden çıktık. Adını Güneş koymuştum. Kızım gerçekten bir güneş kadar parlak benizli ve güzeldi. Sarışındı. Babasına benzediğini söylüyorlardı. Bense babasıyla kızımın arasında bir benzerlik ilgisi kuramıyor, O’nun kendine özgü başka bir güzelliği olduğunu düşünüyordum. Onunla birlikte hayatımızda yeni bir sayfa açılmıştı. Sevda ise kardeşini çok seviyor, O’nun rahatsız olduğunu biliyor ve bir anne şefkati gösteriyordu kardeşine adeta. Güneş’in, rahatsızlığı dolayısıyla boynu adeta gövdesine yapışık, gözleri küçük ve çekik, refleksleri zayıftı. O’nun dünyaya gelmesiyle ben bütün acılarımı unutmuş, bütün sıkıntılarım sanki O’nunla birlikte bertaraf olmuş, son derece sağlıklı bir insan oluvermiştim. Ve bu birdenbire olmuştu. Çünki bebeğimin bakımı için bana güç gerekiyordu ve bu güç bana VERİLMİŞTİ. Günler, haftalar, aylar hızla geçiyordu. Güneş dört aylık olmuştu bile. Onbeş günlükten itibaren ilaçlarını düzenli olarak veriyordum. Ve iki haftadır bir Rehabilitasyon Merkezinde fiziksel egzersizlere başlamıştık. Bütün sağlık personelinin maskotu olmuştu Güneş. “Adıyla bu kadar uyumlu çocuk görmedim” diyordu doktoru. Gürbüz, yeşil gözlü, sarı saçlı harika bir bebekti. Ve tedaviye son derece hızlı cevap veriyordu. Doktor diğer çocukların annelerine her fırsatta beni örnek olarak gösteriyor, çocuğun bu kadar hızlı ilerleme göstermesini evde gördüğü sevgi ve alakaya bağlıyordu. Ben de katılıyordum doktora. Gerçekten evde olağanüstü bir gayret ile Güneş’in hayata dair herşeyi öğrenmesi için gerekli ortamları hazırlıyordum. Evde var olan herşey O’nun mutluluğunu sağlamalıydı. O, başkalarının gözünde özürlü bir bebek, benim gözümde ise sırlarla dolu, bana özel olarak seçilerek verilmiş, çok özel bir bebekti. Belki inanmak zor ama bebeğim doğduğundan beri bir an bile “keşke normal olsaydı”düşüncesine hiç kapılmadım. Ben O’nunla bilmediğim pek çok şeyi öğreniyor, hayata dair bir sürü tecrübe ediniyordum. Herşeyden önemlisi ben O’nu bu haliyle çok seviyordum. Ve bunu O’na hissettirmekti tek amacım.Çünki biliyordum ki, bunu hissettiği ve bundan emin olduğu gün normale dönecekti. Güneş birbuçuk yaşında, Sevda ise beş yaşında idi artık. Bebeğime daha fazla zaman ayırabilmek için Sevda’yı bir kreşe yazdırmıştım. O’da hayatından pekala memnun görünüyordu. Bir gün çok eskiden televizyonda izlediğim bir filmdeki özürlü bir çocuk için annesinin uyguladığı yöntem geldi aklıma. Hemen uygulamaya koyuldum. Güneş’in sabah uyandığından gece uykusuna kadar geçen her anını fotoğrafladım. Korktuğu, sevdiği, sevindiği şeyleri böylece tespit edebiliyordum. Hiç düşünmeden O’nu korkutan, sevmediği, beğenmediği her şeyi yok ettim evden. Evinde kendini mutlu ve güvende hissetmesi gerekiyordu. Yaşadığımız şehirdeki bütün down-sendromlu çocukların aileleri ile irtibata geçtim. Güneş Rehabilitasyon Merkezinde iken bir bir ziyaret ettim onları. Gördüğümde beni en çok etkileyen çocuk Dr. Ali Karacan’ın on yaşındaki oğlu Fatih oldu. Fatih, normal çocukların devam ettiği bir okula devam ediyordu. Ve ilk yıl okuma yazmayı ilk öğrenen çocuk olduğunu öğrendiğim an tutamamıştım sevinç gözyaşlarımı. Benim kızım da böyle olmalıydı. Okumalı-yazmalı, spor yapmalı, kimseye bağımlı olmadan yaşayabilmeli, hatta mümkünse bir zamanlar özürlü olduğunu hiç bilmemeliydi. Sevgi büyüsünün dokunduğu mükemmel bir insan olmalıydı. Bütün bunlar benim için umut değil, bir amaçtı artık. Bunun için yaşıyordum artık. Günden güne gücüme güç katılıyordu sanki. Bir gün akşam saatlerine yakın bir zamanda Güneş’i Rehabilitasyon Merkezinden alıp eve geldiğimde kapının önündeki merdiven basamaklarında oturan genç, gayet bakımlı fakat tedirgin gözlerle bana bakan bir bayan vardı. Beni görünce ayağa kalktı. “Melike Hanım sizsiniz değil mi?”dedi. “Evet”dedim. “Sizinle görüşmemiz gereken önemli bir konu var. İçeri gelebilir miyim?” dedi. Çok heyecanlıydı. Ben kapıyı açarken dudaklarını ısırıyordu. Hemen Güneş’i kanepeye oturttum. Henüz yürüyemiyordu. Doktorlar böyle giderse iki yaşına gelmeden yürüyebileceğini müjdelemişlerdi bana. Kim olduğunu, neden geldiğini sormadan içeri kabul ettim bu yabancı bayanı. “Çok güzel bir bebek” dedi Güneş’e bakarak. Adını sordu. “Güneş” dedim. Gözlerim dolu dolu oldu. “Çok seviyorsunuz, halinizden belli” dedi. “Güneş down-sendromlu.. Bugün iki yaşına gelmeden yürüyebileceğini, ardından daha çabuk gelişmeler bile gösterebileceğini öğrendim. Çok mutluyum” dedim. Yabancı bayanın bunu duyunca yüzü sarardı. Daha fazla konuşmadan kendisini dikkatlice dinlememi, sonra da vereceğim her cezaya razı olduğunu söyledi. Meraklanmıştım. Ne olabilirdi ki benimle bu yabancı kadın arasında. Hafızamı zorladım. Ama hayır. O’nu ilk kez görüyordum. “Hastayım” diyerek başladı söze. “Dört ay önce hayli ilerlemişken bir deri hastalığına yakalandığımı öğrendim” dedi. Gözlerim yerinden fırlamış, pür dikkat dinliyordum bu yabancı bayanın bana dokunacak hayat hikayesini. “Bu hastalıkta en çok bir yıl ömür biçiyor doktorlar. Yani anlayacağınız az bir ömrüm kaldı. Ve en çok sizin bilmeniz gereken bu gerçeği benim biliyor olmam artık ağır bir yük olmaya başladı” dedi. Ve kalbimi yüzlerce parçaya bölen o sözü söyledi. “Güneş sizin kızınız değil. Hastanede doğum yaptığınız gün, anlaşmalı olarak değiştirildi bebekler. Çünki sizinle aynı gün bebeği olan bayanın dört tane kızı vardı. Şayet bu da kız olursa kocası kadını evden atacağını söylemiş. Siz doğumdan sonra bir süre kendinizde değildiniz. Anneniz de tüm ısrarlarına rağmen içeri alınmadı. O sırada büyük paraların konuşulduğu bir değiş-tokuş sözleşmesine istemeden şahit oldum. Oysa sizin çok sağlıklı bir oğlunuz olmuştu, diğer bayanın ise bir kızı daha. Konuşulanları anlamış gibi ağlamaya başlamıştı birdenbire Güneş. Hemen kucağıma aldım. Yere oturttum. Sevdiği oyuncaklarını koydum önüne. Tekrar oyuna dalarak sustu. Ne tuhaftır bu duyduklarım bende şok etkisi yapmamıştı. Sadece bacaklarımın bağı çözülmüştü birdenbire. “Siz de bu işin içinde miydiniz?” dedim. Olmadığına dair yemin etti. Sadece istemeden şahit olduğunu yineledi. Aslında hastanede doğum yapan herkesin adresinin alınmadığını, benim adresimi hasta bir bebek dünyaya getirdiğimden dolayı o gün doldurulan o formlardan bulduğunu, bunun için de şanslı olduğunu söyledi. Kapıdan çıkarken diğer ailenin sadece telefon numarasını büyük çabalar sonunda bulabildiğini, adresi bilmediğini söyledi. Telefon numarasının yazılı olduğu kağıdı sehpanın üzerine bıraktı. Kapıyı çekip çıkarken ağladığını hissettim. Uzun bir süre ne yapacağımı bilemeden sadece uzun uzun öff.... ler çekerek dolaştım evde. Yabancı bayanın bıraktığı telefon numarası yazılı kağıdı elime alıp yazılan numarayı çevirdim. Daha çok cevap veren sesle değil, içeriden duyacağım başka seslerle ilgileniyordum. Duydum da. Oldukça yüksek sesle bağıran, çağıran bir çocuk sesi. Telefonu hiç konuşmadan kapattım. “Allah’ım sesini duyduğum çocuk benim oğlum mu?” diye fısıldadım kendime. Sonra kendime geldim. “Yalandır” dedim. “Olmaz” dedim. “Güneş’i babasına benzetiyorlar”dedim. Günlerce çıkmadı aklımdan. Düşündüm günlerce her an. Görmeye gidebilirim en azından. Sorabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa alabilirim yanıma. Mahkemeye veririm bu aileyi ve tabii ki hastaneyi. Bu işledikleri suçun cezasını en ağır şekilde ödetirim onlara. Emin olayım yeter ki. O da kolay. DNA testi yaptırabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa, eğer benim oğlumsa, oğlum!.... Ne kadar da bilmediğim bir kelime. Ne kadar da uzak, ne kadar da soğuk olması gerekirken ellerini, gözlerini ,saçlarını bilmeden, görmeden, tanımadan içimi damla damla ısıtan bir kelime. Benimse, yanımda olmalı. Bu olaydan birkaç gün kimseye bahsetmedim. Kendi kendimle savaşıp durdum. Tabii ki bu arada Güneşimin hiçbir şeyini aksatmadan yerine getiriyordum. O benim herşeyimdi. O, benim kızımdı. Asla başkasının olamazdı. Bana bakışlarından belliydi bu. Bana sarılışından, herşeyinden, her halinden belliydi. O’nu kimseyle paylaşamazdım. Bu haberi alışımdan sonra bir hafta geçti. Tek başıma kaldıramayacaktım artık bu yükü. Biriyle paylaşmalı, ne yapacağıma karar vermeliydim. Lise yıllarından tanıştığım yakın bir arkadaşım vardı. Berna. O’nu aradım bir gün. Geldi. Konuştuk. Her şeyi anlattım. Çaresizliğimi, çelişkilerimi, herşeyi anlattım O’na. “Eğer o çocuk, senin çocuğunsa almalısın O’nu yanına.” dedi. “Üstelik sağlıklı imiş bak. Güneş ise hasta. Ve iyileşip, iyileşemeyeceği belli değil. Her ikisi de henüz küçük. Unuturlar ileride yaşadıklarını. Vakit henüz geçmiş değil. O aileye daha fazla bağlanmadan al oğlunu yanına “dedi. “Bak hayatın o zaman ne kadar değişecek. Oğlun hayatına başka anlamlar kazandıracak. Hayatın hastaneyle ev arasına sıkışıp kalmayacak” dedi. “Sakın delilik etme. Aklın yolu bir. Bu çocuk senin değil, o çocuk da onların değil. Tabii önce ispat ettirmek lazım güvenilir bir hastanede. Tazminat bile alırsın” dedi. Bu konuşmadan sonra bir daha aramadım Berna’yı. Ertesi gün doktor, Güneş’in diğer çocuklara nazaran çok fazla anlamlı heceler çıkartabildiğini ve o gün adım atmaya başladığını söyledi. Bu gelişmelerin aslında bu aylarda beklenmedik gelişmeler olduğunu söyledi. Dünya benim olmuştu. O gün ayrı bir mutlu hissediyordum kendimi. Fakat diğer yandan oğlumu merak etmekten alamıyordum bir türlü kendimi. Birkaç gün sonra merakıma yenildim. Ve bir taksiye atlayıp, daha önce telefon numarasından yola çıkarak postane aracılığıyla tespit ettiğim adresi şoföre vererek, yazılı adrese gitmeye ve oğlumu görmeye karar vermiştim. Aile ile herşeyi konuşacak ve alacaktım oğlumu. Hiçbir şey bu kararımdan döndüremezdi beni. Yarım saat sonra kapıdaydım. Kapıyı o gün hastanede aynı odada kaldığımız bayan açtı. Görür görmez tanıdım O’nu. Onun da beni tanıdığı her halinden belli oluyordu. Önemli bir şey görüşeceğimi söyledim. Merak edip hiçbir şey sormadan içeri kabul etti beni. Ortada sağdan sola koşuşturan,elindeki oyuncak silahla önüne gelene vuran, hareketli, sevimli bir afacan vardı. Uzun uzun seyrettim.O’da bir ara uzun uzun baktı bana. Beynimde yankılanan bir ses “yalan” diyor, kalbim duygularımı bir kıskaç içine almış, döndükçe öğütüyordu. Boynundaki siyah ben dikkatimi çekti bir anda. Kartal’ın boynunda da böyle siyah bir beni vardı. Aynı yerde. Çenesinin hemen altında, boynunda. Daha fazla ayakta duramadım. Kadın kolumdan tutup, bir koltuğa oturttu beni. Sonra konuştuk. Her şeyi öğrendiğimi söyledim O’na. Boynu bükük, gözleri yere çakılı, kıpırdamadan dinledi beni. Çok masum bir ifadesi vardı. Sonra o konuştu. “Doğru” dedi. “Sana yalan olduğunu söylesem, işler daha da sarpa saracak” dedi. “Kocam bilmiyor bebekleri değiştirdiğimizi” dedi. “Bu işi ablamla annem planladılar. Önceden planlanmış bir şey değildi. Orada düşünmüşler ve benim bile fikrimi almadan yapmışlar bunu. Benim haberim olduğunda geri dönüşü yoktu. Mecburen kabul ettim”dedi. “Yuvamız bozulmasın diye, üstüme kuma gelmesin diye yaptılar” dedi. “Ama görüyorum ki hiçbir şey sonsuza kadar gizli kalmıyormuş” dedi. “Ya benim kızım, O nasıl, bana benziyor mu?” dedi. “Sağlıklı mı, yürüyordur, konuşuyordur belki de “dedi. “Adını ne koydunuz?”dedi. “Ben yavrumu merak etmiyor muyum sanki” dedi. “Ya siz” dedim.”Siz ne koydunuz adını?” Beynimde şimşekler çakmıştı sanki. “KARTAL. Adını Kartal koyduk. Dedesinin adıdır. Bizim adam koydu “dedi. “Eğer çok ısrarlıysan”dedi, herşeyi göze alır, söylerim kocama. Ne yapalım kader derim, rıza gösteririm başıma geleceklere. Ben istemedim böyle olmasını” dedi. Ve yüzüne, gözlerine çöreklenen acıyla ekledi. “Bizim beşinci çocuk da kız olmuştu.Ama özürlü doğmuştu”dedi. “Eve bile getiremedim yavrumu. Hastaneden çıktıktan sonra bıraktı bir camii avlusuna. Öldü dedik soranlara. Ne oldu, yavrucağın başına neler geldi sonra. Hiç haberim olmadı. Korkumdan arayıp soramadım bile” dedi.Ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Bu son şansımdı. Bu da kız olursa, ya evden atacaktı beni ya da kuma getirecekti üstüme” dedi. İki kadın dert ortağı olmuş, kafa kafaya vermiş ağlaşıyorduk karşılıklı. Söylediği bu son sözlerden sonra, yeni bir kararla yerimden kalktım. Hiç konuşmadım, konuşamadım. Oturduğumuz odaya açılan bitişik odada, beyaz parmaklıklı bir beşikte uyuyordu çocuk. Kartal. Benim oğlum. Gidip uyurken seyrettim O’nu, ilk ve son kez. Gözleri yarı açık, yarı kapalı uyuyordu. Şaka yapar gibi. Babası da böyle uyurdu. Eğildim. Gür ve siyah saçlarından koklayarak öptüm. Tam ben kapıdan çıkarken kocası olduğunu zannettiğim uzun boylu, esmer adam “Güneş hanım! Güneş hanım! Oğlum nerelerde. Sabah çıkarken istediği oyuncağı getirdim aslan oğluma” diye bağırarak girdi eve. Kadının adı GÜNEŞ imiş. Oğlumun adı KARTAL. Allah’ım bu bir oyun mu? Oyunsa eğer, öğret bize kurallarını. Bizi şaşırtma. Her şeyin bir nedeni varmış meğer. Her şeyin bir bedeli. Bize merhamet et Allah’ım. Biz biliyoruz ki sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Güneş bir ay içinde yürümeyi tamamen öğrendi. Çok geçmeden konuşmayı. Önce “anne” dedi. Önce sevilmeyi, sonra sevmeyi öğrendi. Şimdi on yaşında. Okula gidiyor, spor yapıyor, arada bir ablasıyla kavga ediyorlar.Uzaktan seyredip gülümsüyorum ben de arada bir. Geçenlerde defterinin arasında küçük bir not buldum. En büyük isteği bir gün annesinin tuttuğu günlüğü okumakmış.
4 Ocak 2008 Cuma
BUGÜN BİZE BİR HEDİYE
İleri derecede hasta iki adam aynı hastane odasındaydılar. Adamlardan birinin her öğleden sonra bir saatliğine oturmasına izin veriliyordu ciğerlerindeki suyun süzülmesi için. Bu hastanın yatağı odadaki tek pencerenin tam yanındaydı Diğer hasta ise hep sırt üstü yatmak zorundaydı. Bu iki hasta saatlerce birbiriyle konuşur, eşlerini, evlerini, işlerini, askerlik anılarını, tatilde gittikleri yerleri anlatırlardı birbirlerine. Pencerenin yanındaki hasta, her öğleden sonra oturmasına izin verdikleri saati diğer hastaya pencereden görebildiklerini anlatarak geçiriyordu. Diğer hasta hep sonraki günü iple çekmeye başladı. Dışarıdaki renkli ve hareketli dünyayı dinlemek için. Pencere, içinde çok güzel bir göl olan parka bakıyordu. Ördekler ve kuğular gölde yüzerken çocuklar model botlarını yüzdürüyorlardı. Genç aşıklar, gökkuşağının tüm renklerindeki çiçekler arasında kol kola geziyorlardı. Ulu ağaçlar etrafı süslüyor, uzaktan şehrin silueti görünebiliyordu. Pencere kenarındaki adam bunları muhteşem bir detayla anlatırken odanın diğer ucunda yatan adam gözlerini kapar ve bu muhteşem manzarayı hayalinde canlandırırdı. Sıcak bir öğleden sonra, pencerenin yanındaki adam geçmekte olan bir şenlik alayını tarif etti. Diğer adam bando seslerini duymasa bile hayalinde canlandırabiliyordu pencere kenarındaki adamın tasviriyle. Günler ve haftalar böyle geçti.
Bir sabah banyo yaptırmak için su getiren gündüzcü hemşire pencere kenarında yatan hastanın cansız bedeniyle karşılaştı.Uykusunda huzur içinde ölmüştü. Hüzünlendi. Hastane görevlilerini cesedi dışarı çıkarmaları için çağırdı. Uygun zaman geçtiğine kanaat getirir getirmez, diğer hasta pencerenin kenarındaki yatağa taşınmasının mümkün olup olmayacağını sordu. Hemşire memnuniyetle istediğini yerine getirdi, hastanın rahat olduğundan emin olduktan sonra onu yalnız bıraktı.Yavaşça duyduğu acıya aldırmadan bir dirseğine yaslanarak dışarıdaki dünyaya bakmak üzere yatağından doğruldu adam. Sonunda dışarıyı kendi gözleriyle görme zevkini yaşayabilecekti...
Pencereden bakabilmek için yavaşça dönmeye zorladı kendisini. Pencere, boş bir duvara bakıyordu. Adam hemşireye vefat eden arkadaşının pencerenin dışında görünen harika şeylerden bahsetmesine sebep olan şeyin ne olabileceğini sordu. Hemşirenin cevabı ölen adamın kör olduğu ve pencerenin önündeki duvarı görmediğiydi. “Sanırım seni cesaretlendirmek istedi.” dedi.
Epilog:
Diğer insanları mutlu etmek çok büyük mutluluk getirir. Kendi durumumuz ne olursa olsun paylaşılan dertler yarısı kadar üzüntü verir; paylaşılan mutluluklar ise iki katı kadar artar. Kendinizi zengin hissetmek istiyorsanız sahip olduğunuz ve paranın satın alamayacağı her şeyi sayın. Bu bize bir hediyedir.
Bir sabah banyo yaptırmak için su getiren gündüzcü hemşire pencere kenarında yatan hastanın cansız bedeniyle karşılaştı.Uykusunda huzur içinde ölmüştü. Hüzünlendi. Hastane görevlilerini cesedi dışarı çıkarmaları için çağırdı. Uygun zaman geçtiğine kanaat getirir getirmez, diğer hasta pencerenin kenarındaki yatağa taşınmasının mümkün olup olmayacağını sordu. Hemşire memnuniyetle istediğini yerine getirdi, hastanın rahat olduğundan emin olduktan sonra onu yalnız bıraktı.Yavaşça duyduğu acıya aldırmadan bir dirseğine yaslanarak dışarıdaki dünyaya bakmak üzere yatağından doğruldu adam. Sonunda dışarıyı kendi gözleriyle görme zevkini yaşayabilecekti...
Pencereden bakabilmek için yavaşça dönmeye zorladı kendisini. Pencere, boş bir duvara bakıyordu. Adam hemşireye vefat eden arkadaşının pencerenin dışında görünen harika şeylerden bahsetmesine sebep olan şeyin ne olabileceğini sordu. Hemşirenin cevabı ölen adamın kör olduğu ve pencerenin önündeki duvarı görmediğiydi. “Sanırım seni cesaretlendirmek istedi.” dedi.
Epilog:
Diğer insanları mutlu etmek çok büyük mutluluk getirir. Kendi durumumuz ne olursa olsun paylaşılan dertler yarısı kadar üzüntü verir; paylaşılan mutluluklar ise iki katı kadar artar. Kendinizi zengin hissetmek istiyorsanız sahip olduğunuz ve paranın satın alamayacağı her şeyi sayın. Bu bize bir hediyedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)